40 yıldır evliydiler. Evlendiklerinden beri Samatya’da, çok eski bir evin çatı katında oturuyorlardı. Bir zamanlar üçer beşer çıktıkları merdivenleri şimdi arada bir dinlenerek çıkabiliyorlardı. Dile kolay, bu evde üç çocuk yetiştirmiş, onları evlendirmiş ve en sonunda da yapayalnız kalmışlardı. Ayda yılda bir, çocuklar ziyaretlerine gelirse, dünyalar onların oluyordu. Odanın içinde koşturan torun gülüşleri, demlenen çayın kokusu, annenin meşhur cevizli keki, kolonya, şeker, sohbet, anılar, birkaç saatliğine de olsa, evin köşesine yığılmış ilaç kokularını unutturuyordu. Duvarlarda onlarca irili ufaklı fotoğraflar vardı. İnsanlar yaşlandıkça anılar ve fotoğraflar çoğalır ya, onların evinde de duvarları bir sarmaşık gibi kaplayan çerçeveler unutulmayan, unutulmak istenmeyen anılar ve insanlar demekti. Çocuklar bir nefeslik de olsa, onların yanında durup gittiklerinde, tekrar birbirlerinin yaralarını sarar gibi yalnızlıklarına derman olmaya devam ediyorlardı. Onların ki öyle bir aşktı ki, kırk yıldır her gece el ele uyuyorlardı. Adam kadını “nefesimin sebebi”, kadınsa kocasını “aynam” diye severdi. Yaşlılık insanın kendisini keşkelerle hırpaladığı zamandır. Yarım kalmış ne varsa acıtır insanın huzurunu. Geriye dönmek için geçtir,
ileriye gitmek içinse vakit yoktur. Öyle kalır insan. Durur…
Adam son aylarda iyice unutkan olmuştu. Eşinin ısrarıyla doktora gittiler. Doktor yapılan testlerden sonra adamın alzheimer hastası olduğunu, ayrıca iç organlarında da bir takım sorunlara rastladığını söyledi. Kadın aynasının koluna girdi ve hiç konuşmadan eve döndüler. Adam unutuyor, kadın sabırla unuttuklarını ona hatırlatmaya çalışıyordu. Aradan aylar geçtikçe adamın durumu daha da kötüleşti. Hatta kırk yıllık eşinin ismini, evli olduğunu bile unutmaya başladı. Yürüyemez, kendi işlerini halledemez olmuştu. Kadın ona duvardaki resimleri gösterip anıları anlatıyordu sürekli. Adam arada bir karısını ve karısına ‘nefesimin sebebi” dediğini hatırlıyor
ve bu kadını çok mutlu ediyordu. Babalarının bu durumundan rahatsız olan çocuklar da gelmez olmuşlardı.
Sitem eden annelerine “yahu anne nasıl olsa bizi hatırlamıyor. gelsek ne anlamı var ki” diyorlardı. Komşularının da yardımları olmasa, alışverişe bile gidemez durumdalardı. Bir gece adam iyice kötüleşti. Kadın adamın elini tuttu yine. “Kırk yıldır böyleyiz aynam benim” dedi. ‘Keşke bir kırk yıl daha elin elimde olsa.” Adamın gözlerinden bir çift yaş süzülüp yastığa düştü. ‘Ben…” diyebildi ve acı içinde yutkundu. ‘Ben seni yalnız bırakıyorum. Özür dilerim nefesimin sebebi…” Kadın tekrar bu sözü duyduğu için gülümsedi ve kocasını dudaklarından öptü. ‘Fakat” dedi adam ‘Bu benim hastalığımın en güzel yanı neydi biliyor musun?” Kadın şaşkınlıkla “Neydi cancağızım?” sordu.
‘Her defasında seninle yeniden tanışmaktı…” Güldüler.
Yağmaya başlayan yağmurun damlaları camlara vuruyor, odanın ortasında yanan mumun alevi kendi gölgesiyle dans ediyordu. Adam kadının elini dudaklarına götürüp üç kere öptü. “Sizi tanıdığıma sevindim” dedi ve gözlerini yumdu. Kadın yerinden kalktı ve adamı öptü ve ‘Aynam kırıldı…Bırak hayat, bırak da kanayayım” dedi. Mum söndü. Kadın adamın yanına uzandı ve elini tuttu. “İyi geceler Aynam iyi geceler…” dedi…”