Ben artık altmış beşimi geçtim. İnsan gençliğinde nasıl hoyrat davranıyorsa yıllar geçtikçe o kadar yumuşuyor, kabukları incele incele dökülüyor. Bir zamanlar gürültüyle yürüdüğüm bu köyün toprak yollarında şimdi sessiz adımlarla ilerliyorum. Gücüm de kalmadı eskisi gibi, hevesim de… Ama içimde ne varsa en çok kızım Zehra’ya karşı mahcubiyet.
O gün yine bahçedeydim. Elimde çapayla domateslerin diplerini eşeliyordum. Zehra kaç defa söylemişti bana: “Baba, doktor yasak dedi sana böyle şeyleri!” Ama işte… Toprak beni çağırıyor, ben de dayanamıyorum. Kendimi tutamadım, eğildim, kalktım derken bir anda belimde bir sızı, gözlerimin önü karardı. Duvarın dibine çöktüm.. Devamını okumak için diğer sayfaya geçebilirsiniz..
Ne kadar oturduğumu bilmiyorum. Zaman toprağın kokusuyla ağırlaşmıştı. Zehra dışarı çıktığında beni öyle görünce içi yanmış gibi yanıma koştu; ama koşmasıyla kaşlarının çatılması bir oldu.
“Baba, yine mi! Yine mi dinlemedin beni?”
Sözleri bir tokat gibi yüzüme çarptı. Gözlerimi kaldırıp bakamadım ona. Yılların yükü omuzlarıma çökmüş, nefesim bile toprağın altında kalmış gibiydi. Bir yanım haklı olduğunu biliyor, bir yanım ise hâlâ çocukluğumun kokusunu taşıyan bu topraktan vazgeçemiyordu.
Zehra elimdeki çapayı aldı, kenara fırlattı. Parmağını yüzüme doğru salladı.
“Bak baba,” dedi, “beni mahcup ediyorsun. Kendine kıymaya ne hakkın var?”
Ne diyeceğimi bilemedim. İçimde düğümlenen bir şey yıllardır konuşmamışım gibi sıkışıyordu.
“Ben… sadece toprağı özledim kızım,” diyebildim.
Zehra’nın sesi titredi:
“Ben de seni kaybetmekten korkuyorum baba…”
Bu söz içimi deldi geçti. Çapayı, toprağı, kızımın titreyen sesini düşündüm. Belki de yıllardır sustuğum, ertelediğim, kaçtığım şeylerle yüzleşme zamanı gelmişti.
Zehra omzuma dokundu. Ben derin bir nefes aldım. İçimdeki sandığın kapağı aralanıyor, yılların biriktirdiği sözler dışarı taşmak için çırpınıyordu.
“Zehra…” dedim, neredeyse bir fısıltıyla. “Ben… korkuyorum.”
“Neden korkuyorsun baba?”
Gözlerimi toprağa diktim; rüzgâr bile susmuştu.
“Yaşlandım kızım. Gücüm kalmadı. Yarın ne olacağımı bilmekten değil korkum… Size yük olmaktan korkuyorum. Senin gençliğini çalmaktan, seni bu köye bağlamaktan… Kendime bile anlatamıyorum bunu.”
Zehra’nın yüzünde incinen bir sevgi belirdi. Elimi tuttu.
“Baba,” dedi, “sen yük değilsin. Sen benim ömrümsün. Ben seni bırakmam. Sen varsan ben varım.”
Başımı kaldırdım. Gözlerindeki sevgi, içimde yıllardır soğuyan bir yeri yeniden ısıttı.
“Ben de seni yalnız bırakmaktan korkuyorum,” dedim.
Zehra diz çöküp ellerimi avuçladı.
“Biz birbirimizi bırakmayız. Bana güven yeter.”
O an içimdeki yumru çözüldü. Utanmadım; insan en çok sevdiğinin yanında ağlayabilirmiş, bunu o an anladım. Zehra beni kaldırdı. Bu kez koluma girişi bir destek değil, bir yol arkadaşlığı gibiydi.
Kapıya doğru yürürken arkamı dönüp toprağa baktım. Beni büyüten, beni iyileştiren, beni ben yapan toprak… “Belki gün gelir yine dokunurum,” diye geçirdim içimden. “Ama bu kez kendime kıyamadan, kızımı incitmeden.”
Kapıya vardığımızda Zehra durdu.
“Hazır mısın baba?”
Derin bir nefes aldım.
“Hazırım kızım… Bu sefer gerçekten hazırım.”
Ve böylece, Zehra’nın koluna tutunarak içeri adım attım—
yıllardır içimde taşıdığım yükü kapının dışında bırakarak.