Eşim Murat'ın cevabı gecikmedi. Sesi buz gibiydi, o aşık adam gitmiş, yerine sanki ciddi bir ticaret yapan biri gelmişti: "Geliyorum anne. Muhtemelen banyoda falan oyalanıyordur. Sen hiç merak etme, her şey tam senin planladığın gibi olacak."
Neden bahsettiklerini, ne planladıklarını anlayamıyordum. Sesinde en ufak bir mahcubiyet veya çekinme yoktu. İçime bir kurt düşmüştü, huzursuzluk tüm bedenimi sarıyordu ama hala "belki de yanlış anlıyorumdur" diye umut ediyordum.
Birkaç dakika sonra kapı tekrar açıldı ve Murat içeri girdi. Beni neredeyse hemen fark etti. Yatağın altından yüzüm kireç gibi olmuş, titreyerek çıktım. Bir açıklama, bir şaka ya da en azından bir "Senin orada ne işin var?" tepkisi bekliyordum.
Ama Murat derin bir iç çekti, bana baktı ve birdenbire o duygusuz, resmi ses tonuyla konuştu: "Korkma hayatım. Bizim memleketin eski bir adeti vardır. İlk gecede damadın annesi de odada bulunur. Buna 'döl bereketi' derler; gelinin daha çabuk hamile kalacağına, doğacak torunların ve soyumuzun bereketli olacağına inanılır."
Duyduklarımı idrak edemiyordum, beynim uyuşmuştu. Kayınvalidem Neriman Hanım ayağa kalktı ve oğlunun söylediklerini doğrularcasına duvara yaslı duran büyük, ceviz gardırobu işaret etti.
"Ben orada duracağım kızım," dedi gayet sakin bir tavırla, sanki havadan sudan bahsediyordu. "Kapağı hafif aralık bırakıp oradan izleyeceğim. Bizim büyüklerimiz, nenelerimiz hep böyle yapardı. Adet yerini bulsun."
O an korku bütün bedenimi ele geçirdi. İkisine de baktım ve dehşetle fark ettim ki; bu onlar için bir şaka ya da geçmişte kalmış batıl bir inanç değil, hayatın ta kendisiydi. Bu hastalıklı durum, onların normaliydi.
Her şeyi önceden konuşmuşlar, planlamışlar ve bana sorma gereği bile duymamışlardı. Beni bir insan, bir eş olarak değil; sadece soylarını sürdürecek bir damızlık olarak görüyorlardı.
Tek kelime etmedim. Arkamı döndüm, üzerimdeki o ağır gelinliği çıkarmaya bile tenezzül etmeden çantamı kaptığım gibi kendimi odadan dışarı attım. Arkama bile bakmadan o tımarhaneden kaçtım.